Balkan Türklerinin en büyük sorunlarından biri göç ettikleri ülkelerdeki çoğunluk olan halkın ismi ile (Bulgar , Yunan) anılmaları. Oysaki
göç etmelerinin ana sebebi bu şekilde anılmama mücadelesiydi. Gerek Bulgaristan , gerekse de Yunanistan ülkelerindeki Türk nüfus üzerinde geçmiş dönemde asimilasyon uygulamaya çalıştı. Bu uğraş günümüzde bazen görünür, bazen de altan alta devam etmekte ve bahsi geçen devletler ülkelerindeki Türklerden “Müslüman Yunan/Bulgar vatandaşlar” olarak söz etmektedirler.
Bulgaristan ve Yunanistan isimlendirme bu şekilde yapılmaya çalışılırken Türkiye’de durum ne?
Başta da bahsettiğim gibi Balkan Türklerinin en büyük sorunlarından biri bu. Daha iki gün önce yapılan Bulgaristan seçimleri için ülkemizde oy kullanan çifte vatandaş Türklerden , TRT Haber “Türkiye’de Bulgarlar oy kullanıyor” diye bahsetti. Her yıl bunun gibi onlarca örnek ile karşılaşıyoruz. Keza Twitter’da bununla ilgili basit bir inceleme yaptığınızda kullanıcılıların neredeyse yarısının Bulgaristan ve Yunanistan göç
meni Türkleri, Bulgar veya Yunan diye isimlendirdiğini görürsünüz.
Peki bir Türk’ün diğer Türk’ü –sırf farklı bir coğrafyadan göç etti ya da yaşıyor diye- başka bir milletin unsuru gibi isimlendirmesi ya da daha kötüsü onlardanmış gibi görmesinin sebebi ne?
Bugün Bulgaristan ve Yunanistan sınırları içinde kalan şehirler Osmanlı İmparatorluğuna bağlı iken, Anadolu’da yaşayan halkın Balkan Türkleri hakkında böyle bir isimlendirme ya da kendisinden farklı görme düşüncesine sahip olmadığını görüyoruz. Her şey Balkanlarda bağımsız devletlerin ortaya çıkması ile başlıyor. 93 harbi olarak bilinen 1877-1878 Rus-Osmanlı savaşının ardından Anadolu’ya göç eden Balkan Türklerinin muhacir olarak adlandırılması ve buna göre uygulamalarda bulunulması ilk başta yerelde kaynaşmayı zorlaştırmış olabilir. Bahsi geçen dönemde insanların çevreye daha kapalı bir dönemde yaşadığını ve bırakın bölgesel, mahalleler arası bir göçte bile kaynaşmanın kolay kolay gerçekleşmediğini
düşünürsek bu doğal bir durum. Kurtuluş savaşının hemen sonrası 1922’deki milletvekili seçimlerinde meclisteki muhalif kanat Mustafa Kemal Atatürk’ün seçilmesini önlemek için misak-i milli sınırları içinde en az 5 yıl sürekli yaşamış olma şartını getirmek istemişlerdi.(1) Cumhuriyetin ilanı ile birlikte sınırlar dışında kalmış Türkler ile yoğun bir temasa geçilmiş , latin alfabesine geçişte dahi ana etmenlerden biri bu temasın kesilmemesi uğraşı olmuştur. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk, bu konu üzerinde çok durmuş , bağlantılar kurmuş , projeler hazırlamış , yayınlar gerçekleştirmiştir. Ancak vefatı ile birlikte yönetim kademesinin özellikle Türk milliyetçiliği fikrinden uzaklaşması ile birlikte deyim yerinde ise misak-i milli dışındaki Türkler öksüz kalmıştır. Örneğin Yugoslavya’da Türklük için mücadele eden Yücel Teşkilatı üyeleri devlet tarafından baskıya uğradıklarında Ankara’ya beş kişilik bir heyet göndermişler ve İsmet İnönü’ye konuyu aktardıklarında a
ldıkları, ““Misak-ı milli hudutları dışında Türk ve Müslüman unsuru diye bir şey kabul etmiyorum. Zaman çok vahimdir. Türkiye dışarıyla uğraşmamalıdır. Türkiye’nin başını ağrıtmayın.”(2) cevabı yaşanılan değişikliğin en bariz göstergesidir. Bu politik değişiklik günümüze kadar gelmiştir. Yunanistan’da Dr.Sadık Ahmet Türklük için mücadele verirken kendisine ülkemizde bir tek Alparslan Türkeş destek verdi. Keza Bulgaristan’da asimilasyon sürecinin ayak sesleri duyulurken Türkiye Cumhuriyetinin o dönemdeki yöneticililerinin sessizlik ve hareketsizlik içinde kaldıklarına şahit oluyoruz. Sovyetlerin dağılması sürecinde devletin öncesi ve sonrasında gelişecekler ile ilgili bir plan çerçevesi oluşturmadığı görülüyor. Yine Alparslan Türkeş’in girişimleri Orta Asya’daki Türk devletleri ile aramızda bir kardeşlik tablosunun ortaya çıkıyor; ancak merhumun vefatı ile siyasetimizi tekrar Misak-ı milli hudutlarıyla sınırlandırıyoruz. Günümüzde Doğu Türkistan Türklerinin yaşadığı vahşet net olarak orta iken bizim sadece söz ile telin etme noktasından ileriye gidemeyişimiz bunun bir neticesi.
Devletimizi yöneten
iktidarların kendini sadece Misak-i milli sınırlarındaki Türkler için vazifeli görme politikası etkisini doğal olarak vatandaşlar üzerinde de göstermiştir. Eğitim hayatının hiçbir devresinde diğer Türklerden bahsedilmemiş sadece sayı olarak geçmişlerdir. Ayrılık dış güçler tarafından farklılık olduğu söylemi sürekli pompalanırken , birlikteliği işleyecek ve yaşatacak olanlar hareketsiz kalmışlardır. Oysaki daha bir asır öncesi yan yana köylerde yaşayan Türk arasında nasıl bir fark olabilir? Yani sadece bir sınır ile ayrılmış olan Meriç için Türkiye sınırlarında kalan kişi Türk ama sınırın diğer tarafında kalan Türk ise Türk değil mi? Ülkemiz bu noktaya gelene kadar özellikle Kurtuluş Savaşında büyük mücadeleler verdi. O zaman bu mücadelenin bir kısmı başarısız geçse ve örneğin Kars, Erzurum, Van; Misak-i milli sınırları dışında kalsa bu insanlarımıza Türk demeyecek miy
dik? Ya da ikinci dünya savaşı sonrası Stalin’in taleplerini kabul etmek zorunda kalıp Artvin, Kars ve Ardahan ülke sınırlarımız dışına çıksa oradaki vatandaşlarımız da Türklükten mi çıkacaklardı? Hatay ülkemize katılması sağlanmasa şimdi oradaki Türkler için Arap diye mi bahsedecektik?
Sözün özü soru
nun bilgi eksikliği kadar devletimizin bakış açısının Mustafa Kemal Atatürk döneminden uzaklaşması ile de bağlantılı olduğunu görüyoruz. Bunun bir an önce değişmesi ve iktidardan iktidara fark etmeyecek, baştan oluşturulmayacak bir Türk dünyası politikasına ihtiyacımız var.
1- https://www.sozcu.com.tr/2018/yazarlar/sinan-meydan/ataturke-kurulan-tuzak-2785846/
2- Mehmet Ardıcı, Yücelciler 1947, s. 16
Comments